Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın, Cumhurbaşkanlığı Kabinesi Toplantısı’na ilişkin yaptığı açıklamada, “Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi hesaba katmayan hiçbir planın hayata geçmesi mümkün değildir. Aslında bu bizim Libya’yla geçtiğimiz on yıl içerisinde yaptığımız birçok anlaşmanın mütemmim cüzlerinden birisidir” dedi.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Cumhurbaşkanlığı Kabinesi Toplantısı’na ilişkin düzenlediği basın toplantısında, gündemdeki gelişmelere ve toplantıda ele alınan konulara ilişkin açıklamalarda bulundu ve basın mensuplarının sorularını cevapladı.
Kamuoyu ile canlı olarak paylaşılan toplantıda, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın şunları söyledi: “Bugün bildiğiniz gibi 2019 yılının son Kabine Toplantısı’nı gerçekleştirdik, bu da 2019 yılında yaptığımız son basın toplantısı. Bu vesileyle, 2019 ile ilgili Bakanlar Kurulu’nda da bir genel değerlendirmenin yapıldığını ifade edebilirim. Sayın Cumhurbaşkanımız takdim konuşmalarında öncelikle 2020 bütçesinin tamamlanmış olmasından duyduğu memnuniyeti ifade etti ve ülkemiz, milletimiz, devletimiz için hayırlara vesile olması temennilerini dile getirdi. 2019 yılında tabii birçok hadise yaşadık, hızlı bir yıl oldu, birçok iç ve dış gelişmelerin ardı ardına yaşandığı yoğun bir yılı geride bıraktık.
“SURİYE SAHASINDA ATTIĞIMIZ ADIMLAR NETİCE VERMEYE BAŞLADI”
Genel olarak bakıldığında, bölgemizdeki terör tehdidinin devam ettiğini, özellikle Suriye sahasında karşımıza çıkan çeşitli sınamalar noktasında attığımız adımların netice vermeye başladığını da bu vesileyle ifade etmek isterim. Bütün bu meydan okumalara karşı tabii kararlı bir şekilde devlet millet bütünlüğü içerisinde çalışmalarımızı da yoğun bir şekilde devam ettireceğiz. Tabii özellikle Suriye ve Libya’daki konular gündemimizi yoğun bir şekilde işgal etmeye devam ediyor. Bu çerçevede Millî Savunma Bakanlığımızın, İçişleri Bakanlığımızın çeşitli sunumları oldu Kabine’ye. Ayrıca, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığımızın da özellikle enerji ve kaynaklarımızın çeşitlendirilmesi, millîleştirilmesi ve öngörülebilir bir piyasa oluşturulması konusunda kapsamlı bir sunumları oldu.
Cumhurbaşkanımızın da bildiğiniz gibi yoğun trafiği içerisinde son dönemde yaptığımız bir dizi ziyaret oldu, en son Cenevre’de Küresel Mülteci Forumu’na katıldık. Oradan Malezya’da Kuala Lumpur Zirvesi’ne katılıp diğer üç ülkeyle birlikte, devlet başkanıyla birlikte Cumhurbaşkanımızın orada İslam dünyasının temel sorunlarıyla ilgili değerlendirmeleri oldu. Bugün de bildiğiniz gibi Birleşik Krallık Başbakanı Sayın Boris Johnson’la Sayın Cumhurbaşkanımızın bir telefon görüşmesi gerçekleşti. Burada hem Sayın Cumhurbaşkanımız tebriklerini sözlü olarak ifade ettiler hem de ikili ilişkilerimiz bağlamında bundan sonra atacağımız adımlar konusunda görüş teatisinde bulundular. İngiliz tarafının Türkiye’yle ilişkilerini, özellikle Brexit süreci ve sonrasında giderek daha fazla önem atfettiğini de ifade edebilirim. Bunu her vesileyle zaten dile getiriyorlardı. Dolayısıyla Brexit süreci tamamlandıktan sonra da Türkiye-İngiltere ilişkilerinin ticari alanda, iktisadi alanda, güvenlik alanında, savunma sanayi iş birliği alanlarında yoğunlaşarak devam edeceğini ifade edebilirim.
“SON HAFTALARDA İDLİB’DE REJİM İHLALLERİNİN GİDEREK ARTTIĞINI GÖRÜYORUZ”
Burada tabii özellikle Suriye’de, Suriye’nin hem Fırat’ın doğusunda hem de İdlib’de yaşanan gelişmeler bugün gene Kabine Toplantısı’nın önemli konu başlıkları arasında yer almaktaydı. Bununla ilgili size de bir kısa değerlendirme yapmak isterim. Öncelikle İdlib’deki durum kritik bir şekilde devam ediyor. Burada bildiğiniz gibi geçen yıl dört ülke ile varılan bir mutabakat vardı, Sayın Cumhurbaşkanımızın başkanlığında İstanbul’da yapılan bir toplantıda Türkiye, Almanya, Fransa ve Rusya Federasyonu olarak bir İdlib Mutabakatı anlaşması yapılmış idi. Uzun müzakereler sonucunda bu anlaşmaya Rusya tarafı da onay vermişti ve bu geçtiğimiz yıl içerisinde büyük oranda uygulandı, ara ara rejimin ihlalleriyle bu konu tekrar gündeme geldi. En son geçtiğimiz Ağustos ayında bir ateşkes daha yapıldı ve bu ateşkes çerçevesinde de İdlib’deki durumun nispeten daha sakin korunması için adımlar atılmaya devam edildi.
Bildiğiniz gibi bizim o bölgede 12 tane askerî gözlem noktamız var, askerlerimiz var, onlar öncelikle oradaki hem çatışmasızlık anlaşmasını, yani İdlib Mutabakatı’nı gözlemliyorlar hem de oradaki sivillerin güvenliğini sağlamak için tedbirler alıyorlar. Fakat son dönemde, özellikle son haftalarda İdlib’de rejim ihlallerinin giderek arttığını görüyoruz. Bu konuda biz Rusya tarafına da net bir mesaj ilettik. Sayın Cumhurbaşkanımız Cenevre’de Sayın Putin’le yaptığı telefon görüşmesinde bir ateşkes yapılması gerektiğini ifade etti. Fakat bugüne kadar maalesef bununla ilgili somut bir adım atılmadı. Dün bildiğiniz gibi bir heyetimiz Moskova’daydı, onlar da görüşmelerini yaptılar, orada bize önümüzdeki 24 saat içerisinde, yani şu anda içinde bulunduğumuz bu saatler içerisinde çatışmaların durdurulması, yani rejimin saldırılarının durdurulması konusunda bir çaba içerisinde olacaklarını ifade ettiler heyetimize. Şu anda biz tabii bu saldırıların durmasıyla ilgili süreci yakından takip ediyoruz ve bu saldırıların bir an önce durmasını ve bunun da yeni bir ateşkesle takvimi belli, çerçevesi belli hayata geçirilmesini bekliyoruz. Bizim Rus tarafından da temel beklentimiz budur. Aksi hâlde hem İdlib Mutabakatı ihlal edilmiş olacak hem İdlib’de yeni bir insani kriz ortaya çıkacak hem Türkiye’ye dönük yeni bir göç dalgası ortaya çıkacak hem de orada rejimin girmesi hâlinde yeni sivil katliamlar yaşanacak.
“İDLİB’DEKİ SORUN SADECE TÜRKİYE’NİN DEĞİL ULUSLARARASI TOPLUMUN DA SORUNUDUR”
Bir diğer önemli neticesi de bunun, hayati derecede önemli olan bir diğer neticesi de, siyasi süreci tamamen sabote edecek sonuçları olacaktır. Dolayısıyla konunun ehemmiyetini kavramak ve ifade etmek açısından bu hususun altını özellikle çizmek istiyoruz. İdlib’deki sorun sadece Türkiye’nin sorunu değildir, aynı zamanda uluslararası toplumun sorunudur. Bu konuda biz de mevkidaşlarımızla, muhataplarımızla yaptığımız görüşmelerde mutabakatın korunması, sivillerin korunması ve siyasi sürecin hayata geçirilmesi ve devam ettirilmesi için de gerekli adımları atmalarını, üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirmelerini söylüyoruz, bu telkinlerimize bundan sonra da devam edeceğiz. Ama burada özellikle Rus tarafının daha büyük bir sorumluluk sahibi olduğunu hatırlatmakta fayda görüyoruz.
“TERÖR ÖRGÜTÜYLE GİRİLEN HER TÜRLÜ ANGAJMAN TERÖRE VERİLMİŞ DOĞRUDAN VEYA DOLAYLI DESTEKTİR”
Fırat’ın doğusunda da bir süreç devam ediyor. Bildiğiniz gibi Barış Pınarı Harekâtı’yla birlikte bizim Rasulayn ve Tel Abyad bölgesinde oluşturduğumuz güvenli hat içerisinde nispeten sakin, istikrarlı bir barış ortamı olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu bölgelerde de YPG-PYD terörizmi hiç ara vermeden devam ediyor. Bu terörist faaliyetler bazen sivillere dönük saldırılar şeklinde olabiliyor, bazen çıktıkları yerlere geri gelme şeklinde olabiliyor. Tabii bu terörist örgüt ana kimliğini değiştirmedi, bundan sonra da değiştirmeyecek. Bildiğiniz gibi zaman zaman bize gelip, işte PYD’yi, YPG’yi, PKK’dan ayrıştıralım, onlar siyasi bir hareket olarak devam etsin, Suriye merkezli bir oluşum olarak devam etsin gibi tekliflerle geldiler. Biz bu örgütün gerçek karakterini bildiğimiz için bunun mümkün olmayacağını, muhal ile iştigal etmenin de lüzumsuz bir şey olduğunu, vakit kaybından başka bir şey olmayacağını ifade ettik. Nitekim bugün yaşanan gelişmelerde, işte daha dün bir saldırı daha oldu biliyorsunuz. Bu görüşümüzün ne kadar haklı olduğunu bir kez daha teyit etti. Şimdi bu çerçevede zaman zaman Amerika Birleşik Devletleri’nin, zaman zaman Rusya Federasyonu’nun YPG-PYD terör örgütüyle çeşitli biçimlerde ilişkiye girdiğini, onlara desteklediğini, yönlendirdiğini, askerî birlikler kurduklarını, belli bölgelere getirip götürdüklerini gözlemliyoruz. Bu konuda da çok net bir şekilde şunu ifade etmek istiyoruz: Bu terör örgütüyle girilen her tür angajman teröre verilmiş doğrudan ya da dolaylı bir destektir. Ve bu tür faaliyetler devam ederse ve bizim sınırlarımıza dönük bir hareketlilik olursa, Türkiye olarak bunların karşısında duracağımızı net bir şekilde ifade etmek istiyoruz.
“GÖÇ MESELESİ SADECE TÜRKİYE’NİN SORUMLULUĞUNDA DEĞİLDİR”
Zaman zaman başka ülkelerin, bazı Körfez ülkelerinin de buradaki Ferhat Abdi Şahin adlı Mazlum Kobani kod adlı terör örgütünün elebaşlarından birisiyle çeşitli görüşmeler yaptıklarını, onu Türkiye’ye karşı kullanmak için bir arayışın içerisinde olduklarını da görüyoruz, bunu da not ediyoruz. Bunların da karşılıksız kalmayacağını açık bir şekilde ifade etmek isteriz. Suriye’de yaklaşık dokuz yıldır devam eden bu savaş sona erecekse, bu insani dram, bu kriz sona erecekse, burada herkesin terörle mücadele konusunda net bir tavrının olması lazım. Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasi birliği konusunda da tavizsiz bir tutum içerisinde olması gerekiyor. Rejimin ihlalleri, rejime destek veren ülkelerin bu konudaki tavırları, tutumları bundan sonraki süreci de belirlemeye devam edecektir. Dolayısıyla bu mesele, daha önce de ifade ettik, göç meselesi olsun, siyasi sürecin ilerletilmesi olsun sadece Türkiye’nin sorumluluğunda olan bir mesele değildir. Uluslararası toplum bu konuda samimi ve ciddi ise üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeli ve bu süreçte kendi küçük millî hesaplarından önce Suriye halkını öne koymalı, Suriye halkının barış, selamet ve huzuru için bir çaba içerisinde olmalıdır. Bu hususu da özellikle vurgulamak istiyorum. Zira önümüzdeki haftalarda bu konuda birtakım kritik gelişmeler, görüşmeler, ziyaretler de olacak.
“LİBYA’DA MEŞRU HÜKÛMETİN YANINDA YER ALMAYA DEVAM EDECEĞİZ”
Bir diğer önemli konu, tabii özellikle Libya’da yaşanan gelişmeler. Bütün dünyanın takip ettiği Libya’daki iç savaş hepimizi derinden üzmektedir ve aynı zamanda bizi de doğrudan ilgilendirmektedir. Uluslararası toplumun ve Birleşmiş Milletler’in tanıdığı Libya Ulusal Mutabakat Hükûmeti’ne karşı Hafter güçlerinin yönelttiği saldırılar Nisan ayından beri neredeyse gene fasılasız bir şekilde devam ediyor. Burada biz muhataplarımızla bir araya geldiğimizde, Libya’da ancak siyasi bir çözümün mümkün olabileceğini, askerî bir çözümün söz konusu olmadığını ifade ediyorlar. Fakat bakıyorsunuz farklı ülkeler farklı şekillerde Hafter tarafına, yani meşru hükûmeti hedef alan kanada birtakım askerî destekler vermeye, siyasi ve parasal destekler vermeye devam ediyorlar.
Bildiğiniz gibi Birleşmiş Milletler çatısı altında bir Berlin süreci devam ediyor şu anda, bir Libya siyasi mutabakatı çerçevesinde sorunun askerî yöntemlere başvurmadan çözülmesi için bir süreç yürütülüyor. Biz de bu sürecin bir parçasıyız. Ocak ayında yapılacak toplantıda şartların olgunlaşması hâlinde BM çatısı altında Sayın Cumhurbaşkanımızın da bu zirveye liderler düzeyinde katılması öngörülüyor. Fakat bu zirveyle ilgili hazırlıklar devam ederken, Ocak ayının iki ya da üçüncü haftası yapılması planlanıyor, aynı zamanda Hafter’e daha fazla silah göndermek, asker göndermek, paralı asker, işte Wagner şirketi vesaire gibi paravan örgütler ya da şirketler üzerinden askerî destek vermek öncelikle bu süreci sabote etmek demektir. Burada uluslararası toplumun Hafter’e çok net bir mesaj vermesi gerekiyor; Hafter’in bu saldırılarını derhal durdurması gerekiyor, aksi halde Trablus’ta, Misrata’da, Sirte’de ve Libya’nın diğer bölgelerinde çok daha kanlı bir iç savaşın yaşanması kaçınılmaz hâle gelecektir. Biz burada uluslararası toplumun da tanıdığı meşru hükûmetin yanında yer almaya ve onlara gerekli desteği vermeye devam edeceğiz. Bu zor günlerde biz Libya halkını tabii ki kendi başına bırakamayız.
“DENİZ YETKİ ALANLARI KONUSUNDA LİBYA İLE ŞEFFAF BİR ANLAŞMA YAPTIK”
Aynı şekilde bildiğiniz gibi bu çerçevede biz 27 Kasım’da Libya meşru hükûmetiyle iki tane anlaşma imzaladık; bunun birisi güvenlik ve askerî iş birliği anlaşmasıydı, diğeri de deniz yetki alanları ve kıta sahanlığı anlaşmasıydı. Bu iki anlaşmadan da büyük rahatsızlık duyan çevreler var, bunu görüyoruz, hâlâ tepkilerden bu anlaşmanın estirdiği rüzgârın ya da kaldırdığı dalganın boyutlarını görmek mümkün. Biz tabii bunu anlamakta bazen zorlanıyoruz. Yani başka ülkeler Libya’yla ya da Libya başka ülkelerle bu tür ikili anlaşmalar yaptığında bu sert tepkiyi göstermeyen çevrelerin, Türkiye bu anlaşmayı yaptığında böyle bir tavır içerisine girmesi anlaşılabilir bir şey değil. İki egemen ülke arasında imzalanmış bir anlaşmadan bahsediyoruz. Üçüncü ülkelere tehdit teşkil etmeyen bir karşılıklı güven, iş birliği, askerî eğitim anlaşmasından bahsediyoruz. Ama kopartılan gürültüye baktığınızda, işte Türkiye Libya’ya girecek, Libya’yı işgal edecek, işte oradaki barış sürecini sabote edecek gibi birtakım haksız ithamların, iddiaların ortaya atıldığını görüyoruz. Bunların hangi çevrelerden geldiğini tahmin etmek zor değil, bunları da sizin takdirinize, kamuoyumuzun takdirine bırakıyorum. Ama hem askerî güvenlik ve iş birliği anlaşması hem de deniz yetki alanları anlaşması, öncelikle kendi ulusal çıkarlarımızı bir kazan-kazan perspektifinden Libya’yla birlikte teminat altına alma çabasının sonucudur, burada Türkiye kadar Libya tarafı da kazançlıdır.
Özellikle bu deniz yetki alanları konusunda Doğu Akdeniz’de yapılacak sismik araştırmalar, bulunan enerji kaynaklarının çıkartılması, işletilmesi, paylaşılması konularında Libya’yla son derece şeffaf, kuralları, kanunu, çerçevesi belli olan bir anlaşma yaptık. Dolayısıyla bunun gene üçüncü tarafları rahatsız edecek bir boyutu normalde yok. Şunu da ifade etmek isterim: Doğu Akdeniz’de başka ülkeler, örneğin Mısır, İsrail, Güney Kıbrıs ve Yunanistan dörtlü bir araya gelip Türkiye’yi tamamen dışarıda bırakarak kendi aralarında birtakım toplantılar, anlaşmalar yaptıklarında, projeler geliştirdiklerinde bunlara kimse tepki veriyor. Türkiye’yi by-pass eden bir boru hattından bahsediliyor ki ekonomik olarak, finansal olarak son derece irrasyonel, pahalı, uygulaması neredeyse imkânsız olan bir projeyi sadece Türkiye’yi dışarıda bırakmak için bir müddettir değerlendiriyorlar. Ama bunun ekonomik olarak fizibıl olmadığını gördükleri için de bir türlü adım da atamıyorlar. Şimdi bütün bu süreç yaklaşık bir yıldır devam ediyor. Bunlar yaşanırken, işte bunlar başkalarının deniz yetki alanlarını ihlal ediyor gibi bir tartışma başlamamışken, biz Libya’yla böyle bir anlaşma yaptığımızda bir anda işte Türkiye’nin uluslararası hukuka aykırı hareket ettiğini dair birtakım iddialar dile getiriliyor.
“DOĞU AKDENİZ’DE TÜRKİYE’Yİ DIŞARIDA BIRAKARAK BİR BARIŞ, HUZUR VE İSTİKRAR ORTAMI TESİS EDİLEMEZ”
Şunun altını tekrar çizeyim arkadaşlar: Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi hesaba katmayan hiçbir planın hayata geçmesi mümkün değildir. Aslında bu bizim Libya’yla geçtiğimiz on yıl içerisinde yaptığımız birçok anlaşmanın mütemmim cüzlerinden birisidir. Devlette süreklilik esastır. Kaddafi döneminde de yapılmış anlaşmalar vardı, şimdi bu hükûmetle de yapılan iki anlaşma var, bu hükûmetin başka ülkelere yaptığı, İtalya’yla, Fransa’yla yaptığı başka anlaşmalar da var. Kimse onların meşruiyetini sorgulamazken Türkiye’nin yaptığı anlaşmanın meşruiyetini sorgulamak da kimsenin haddine değil. Ama genel bir prensip olarak Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dışarıda bırakarak orada bir barış, huzur ve istikrar ortamının tesis edilemeyeceğini de herkesin bilmesi gerekiyor. Tabii zaman zaman işte Türkiye’ye buralara niye giriyor, niye taraf tutuyor gibi eleştirilerin de dile getirildiğini görüyoruz, bunu da anlamakta açıkçası zorlanıyoruz.”